Trakl’a
KANIN GÜNAHI
Uyuyordu. Her daim uyuduğu gibi. Ezberlediğim gibi. Gözkapaklarını, kirpiklerini tanıyordum. Benimle var olmuşlardı. Var oldukları anı hatırlıyordum. Var olduğu anı. Nefes alışını dinlerken içimdeki yapışkan utancın kaybolduğunu hissettim. Hafiflemiştim.
Gölgelerin arasından geçtim. Dizlerim adını bilmediğim otlara sürtündü. Yabani çimenler ayağımın altında eziliyor. Bu odada çimenlerin işi ne? Garip.
Oda siliniyor. Yatak, duvarlar, ben, o. Hem varız hem yok. Adımlarım canlı, nefes alıyor. Benden ayrı yaşayışları var, ilerliyorlar. Etrafımı çeviren gri duvarları görüyorum. O kadar yakınlar ki. Elimi uzatsam… Neden sonu gelmiyor yürüyüşümün?
Bir şey kolumu sıktı, kolum hala bana ait, acısını duyuyorum. Kafamı çevirdim. Büyük gözlü bir çocuk bana bakıyor. Oysa yalnız olduğumu sanıyordum. Yüzü donuk. Boyu benden uzun, ama o, en çok on yaşında. O zaman ben de çocuğum. Donuk yüzün dudakları kapalı kıvrılıyor. Hareketleniyor, eli üç adım ilerisini gösteriyor. Gösterdiği yere çeviriyorum bakışlarımı. Gökyüzüne kadar uzandığına inandığım duvarlar dalgalanıyor. Buğulu görüntü donduğunda örümcek ağlarını görüyorum. Gövdesi sarı, bacakları siyah bir örümcek tutunmuş ağlara. Kocaman bir örümcek, bütün görkemiyle, sanki havada asılı.
O ana yeni nefesler katılıyor. Adımlarının hışırtısını duydum. Arkamı dönüyorum. Sayısız çocuk ayakta dikilmiş örümceğe bakıyor. Elleri balon tutar gibi göğüs hizasında. Ama balonlar yok, sadece iplikler var havaya uzanan. Ellerinde tuttukları iplikler nasıl olur da havada durur? Tabi ya, sinekler. Balon yerine sinek uçuruyor bu donuk çocuklar. Ne kadar da zordu o küçük bacaklara düğüm atmak. Bu görüntü içimi ısıtıyor. Çünkü anlamsızlık kayboldu. Bahçeyi hatırlıyorum. Civar evlerin kömürlüklerine açılan boşluktu burası. Yaz kış, daima gölgeli, nemli, incir ağacı kokan, terk edilmiş boşluk. Bu bahçe merakla karışık korku uyandırırdı içimizde. Sıkıntımızın son noktasında buraya sığınırdık. Her zaman keşfedecek bir şeyler bulunurdu içinde. Şimdi de bu örümcek.
Örümceği öldürdüğümüzü görmedim, ama biliyorum. Yani hatırlıyorum. Pişmanlık, utanç. İçimin duvarlarına çarpıyorlar. Uyandım. O hala uyuyor. Bıraktığım gibi. Ama nefesi daha kuru. Saçları ne kadar da güzel. Güzel olduklarını bilirdim. Ama bu kadar değil. Altın gizliyormuş saçında, küçükken söylemişti. Şimdi inanıyorum ona. Ne görüyor acaba düşünde? Ben örümceği gördüm. Onu bir keresinde örümcek ısırmıştı. Örümceği öldürdüğümüz zamanlarda olacak. Benden dört yaş küçük olduğuna göre en fazla beş yaşındaydı. Bileğinden ısırılmıştı. Günlerce geçmedi bileğindeki kızarık. Yoksa? Bileği yastığın altında. Umarım o uyanıncaya kadar unuturum.
Hava yoğun, bitkinim. Küçük düşler oyalasın bizi yalnızlığımız bozuluncaya dek. Hazırım. Elimi tutmuş küçük elleriyle. ‘Bak ne gösterecem sana’ Önümde koşuyor eli elimde beni de sürükleyerek. Bir evin duvarının önünde duruyoruz. Parlak çöp tenekeleri duvarın önüne dizilmiş. Her şey o kadar koyu ki. Bu koyuluğun içinde, tenekelerin arasında küçük bir karartı zor seçiliyor. Ağzından çıkan kelimenin heceleri birbirinden çok uzak: ‘Bu ne?’. Ayakkabımın ucuyla dokunuyorum karartıya. Bize hala uzak. İyice yaklaşıp, görünüre ittiriyorum. Karartı kahverengiye dönüyor. Elimi yeni bıraktı, eğilmiş bakıyor. ‘Onlar diken mi?’ Omzundan tutup geri çekiyorum, korumak istediğim belli. İşte o anlarda ne kadar da ısınırdı içim. ‘Kirpi’ ‘Sakın yaklaşma’ Kelimelerimizin azlığını hissediyorum. Kirpinin cansızlığını hissetmemle aynı ana rastlıyor bu. Ayakkabımın ucuyla çeviriyorum. Yine o boşluk. Kirpinin içi bomboş. Oyuk.
Yanımda yatanın evrensel sıfatını hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. Çektiğim acıları onun sıfatını hatırlayarak arttırmak hoşuma bile gidiyor. Bana öğretilmiş miydi bu günah? Yoksa doğuştan mı biliyordum? Tanrıya lanet okumak için sonsuz neden var. Biri de bu. Ona bakarken her zaman bu günahın ağırlığını hissettim. Evden kaçıp sığındığım ormanda başım dizlerimde düşünürken, anladığımı sandım. Etrafımdaki hareketi, nefes alışı hissettim. Aynı yuvada büyüdüklerini bildiğim-hayal ettiğim- iki serçe birlikte kendi yuvalarını yaparken nerdeydi evrenin yasaları? O ormanda günlerce kaldıktan sonra kendimi de Tanrıyı da bağışladım. Evin yolunda karşıma çıkan bütün kiliselere uğradım, günah çıkarmak için. Günahım sessizlikle karşılanınca çıkıyordum oradan.
Uyuşurdum. Bazen hiçbir şeye gerek duymadan. İşte o zaman tüm imgeler benimdi. Akşamın kızıllığını insanların derilerinde izleyerek kenti turlardım. Yüzümdeki gülümseyiş insanları sinirlendirir ya da korkuturdu. Oysa anlamını bilseler… Kasabın önünde durdum. Fakir kadınlar sıraya girmiş kemik, damar, yağ bekliyor. İçerde çengele asılmış dana kalbinden yere kan damlıyor. O kalbe bakarken balinaların içinde seyahat ediyorum. ‘Balinaların kalbi büyük müdür?’ ‘Evimiz kadar büyüktür’
Gözkapakları aralandı. Dudaklarını izledim: ‘Bağışla bizi Meryem Ana!’
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder