DEV DENİZANASI
‘ -Genç kızlar işi biliyorlar.
-Ne?
-Şimdiki kızlar iyi sevişirler diyorum!’ (Islık! Islık! Uzun uzadıya keyif ıslığı.)
Bunları duyduğunda vapur iskelesine yürüyordu. Hızlandı, sevişme hakkında konuşan iki lise öğrencisini geçip yolun karşısına koştu.
İskeleye vardığında vapur kıyıya yanaşmıştı ancak kapıların açılmasına daha çok vardı. İskele önündeki demirlere yaslanıp sigaralarından birini çıkarıp yaktı. İnce uzun parmakları vardı. Picasso’nun tablolarındaki gibi izlemesi hoşa giden parmaklar… Kim demişti Picasso’nun ellerle ilgili bir sorunu olmalı diye? Hatırlayamadı. Boyasız ama kırmızı dudaklarına götürdü sigarasını, kimsenin duyamayacağı kadar sessiz ‘ne kadar çirkin bir gün’ dedi. Kimse duymadı sanıyordu ama biri duymuştu. Tevfik gülümsedi, simidinden bir ısırık daha aldı.
-Biliyor musun? Günü çirkin yapan bu soğuk havaya rağmen göz alan Güneş!
Kız şaşırmadı, -Kimdi şimdi bu? Ne demeye benimle konuştu? İn misin cin misin be adam?- Hiçbirini düşünmedi.
-Beni de çirkin yapan çatık kaşlarıma rağmen alıklığım.
Gülümsediler, iki insan aynı anda gülümseyince ne yaşanası oluyormuş dünya…
-Çay içelim mi şurada?
-Elma çayı içerim ben.
-Olur.
Yan yana yürüdüler, denize en yakın masaya karşılıklı değil yan yana oturdular.
-İyi ki konuştun benimle, üç gündür kimseyle konuşmamıştım.
-Kimseyle mi? Simitçiyle bile mi?
-Kimseyle, simitçiyle bile, dedi. Vapur kaçsın mı?
-Kaçsın... Benimle konuşacaksın diye cebine sakladığın simidi yiyelim mi şimdi?
-Olur, dedi Tevfik. Garsondan iki elma çayı istedi.
Birbirlerini tanımayan iki insan, konuşacak konu arar, bulamayınca canları sıkılır. Onlar simit bitince de dakikalarca sustular, kül tablasındaki sigara eriyip bitti, sıkılmadılar. Kız denize bakarken Tevfik onu izliyordu. ‘Güneş kirpiklerinde parlıyordur şimdi’
-Geçen hafta sahaflardan aldığım bir kitabı düşünüyordum.
-Eski kitapları severim ben.
-Bu da eski bir kitap, kitabın yazısız ilk sayfasında mürekkebi solmuş ‘öl’ yazıyor. Yazının yanında da kadın dudağının tamamını belli edecek şekilde ruj izi var… Kim kimin ölmesini diledi acaba?
-Bin dokuz yüz altmışlarda yaşamış bir kadın, onu aldatan vakur sevgilisinin.
-Neden vakur?
-Çünkü bin dokuz yüz altmışlara yakışıyor bu kelime.
Artık hep gülümsüyorlardı. Kızın içinde ılık bir heyecan vardı, Tevfik adını sorsam mı diye düşünüyordu. Karar veremedi.
-Benim adım Aylin
-Şiir ismi gibi, benimki de Tevfik
-‘Milyon kere Aylin’ gibi mi?
-O Ayten ama senin şiirini ben yazarım kısmet olursa.
-Şair misin sen?
-Hiç şiir yazmadım. (Yalan söylüyordu ortaokulda bir ara şiir yazmaya heves etmişti. Hatta saat isimli şiiri okul gazetesinde yayınlanmıştı: ‘Her sabah öter, beni uykumdan eder, Tik tak Tik tak, ben değil sen yatağından kalk.) Küçük hikâyeler yazıyorum bazen.
-Varoluşun acısıyla ilgili mi?
Aylin yüksek sesle güldü, Tevfik yine gülümsemekle yetindi.
-Varoluşun acısı dediğin nefes alırken ciğerlerinin yanmasıysa, evet.
-Benim ciğerlerim yanıyor şimdi, dedi Aylin. O anda iskele taşlarında gezintiye çıkmış farelerin farkına vardılar. Tevfik sevinçle:
-İrili ufaklı beş fare, mutlaka aile olmalılar. Şu ufak olan evin lapacı erkek çocuğu, en irileri kalantor baba, babanın önündekiler de evin zavallı kızları, anneleri ölmüş… Aç bir balık yemiş anneyi.
-Mutlu insanların öyküsü yokmuş, mutlu farelerin de, diye ekledi Aylin.
-Olsa da sıkıcıdır. Fare ailesiyle ilgili bir roman yazsam nasıl bitiririm acaba? Gariptir, eski romancılar hep aynı yöntemle bitirmişler romanlarını: kahramanlarını öldürerek.
-Senin simit kırıntılarının kokusuna gelmişler. Tevfik Aylin’in kirpiklerindeki parıltıyı görüyordu. Aniden içini ölü bir sevinç kapladı. Mutfağında portakal suyu içen karıncaları düşündü. Yere damlayan portakal suyunu içen karıncaları, keyifleri yerindeydi.
-Karıncalar portakal suyu içer mi?
-Hmm… bir düşünelim… balıklar fare yediğine göre?
-Balıklar her şeyi yer, güzel bir imgem var.
-Nedir?
-Prezervatif yiyen balıkları yiyen insanlar.
-Denizde yüzen prezervatifler… bu daha gerçekçi ama seninki de güzel. Yirminci yüzyılın trajedisi: ‘Prezervatif yiyen balıklar’
-Hissedebilmek her şeydir.
-Hanım balıkları pişirsene.
Bu sefer ikisi de kahkahalarını salıverdiler.
Başka bir, çeyrek vapuru kıyıya yanaşıyordu. Aylin:
-Var mısın bunu da kaçıralım.
-Varım. Tevfik öyle bir ‘varım’ demişti ki Aylin dayanamadı sarıldı ona. Tevfik sarılmadı, saçlarına eğildi kokladı. ‘papatya mı kokuyorsun yoksa?’ ‘dıııt… yanlış cevap… papatyalı şampuan’. Tevfik hep böyle yapardı, yani olmayacak şeyler yapardı. Beyninin kendiyle barışık tarafını bir odaya kilitler, anahtarı da yutardı sanki.
-Neden somurtuyorsun, dedi Aylin, ne düşünüyorsun?
(Yalan söylemeli)
-Vapurdan en son inen insanları düşünüyorum, vapura binen kalabalık onlara kızar. Elimizde olmadan biz de kızarız, aslında kızmamamız lazım değil mi? Biz farklıyız çünkü… seninle ben yani burada oturuyoruz…
-Biz kızmayalım, ama düşünelim bakalım nasıl uzlaştırabiliriz onları.
-Babam bazı şeylerin düşünülmemesi gerektiğini düşünür.
-Benim akademideki hocalardan biri de düşüncelerimin akıl dışı olduğunu düşünüyor. Jung’ da ne düşünürdü… unuttum.
-Psikoloji okuyorsun demek.
-Ha ha. İpuçlarını değerlendirmeyi biliyorsun, romancı duyarlılığı var sende.
-Ne demezsin.
-Unutmadan, ananem de beni evlendirmeyi düşünür. Güldüler. Aylin Tevfik’e biraz daha sokuldu. Tevfik:
-Ben ne düşünüyorum bilmiyorum, neydi o geçen gece gördüğüm rüya her şey havadaydı, ağaçlar, kaldırımlar, evler… hepsinin yerle bağlantısı kopmuştu, ağaçların kökleri, kaldırım taşlarının altları topraklıydı. Ne demek şimdi bu? Yardım et bana? Aylin Tevfik’in ellerini avucunun içine aldı. Bir süre düşündü.
-Düşüncelerin, yani dış dünyanın beslediği düşüncelerin hep havada, iç dünyan da şikâyetçi bundan, ayakların yere bassın istiyor. Tevfik düşünüyordu ‘bu kız yardım edebilir mi bana, sanmam, en iyisi ben ona yardım edeyim’
-Sen de mi bunu isterdin?
-Yo! Ben evindeki portakal suyu içen karıncaları görmek isterdim.
Tevfik’in evi iskelenin hemen karşısındaydı: iki katın üstünde şekilsiz bir teras. Kırmızı perdeleri kapalı. Perdelerin birine de süs kelebekleri yapıştırılmış. Aylin Tevfik ‘in evine vapurla gideceklerini sanıyordu, önce şaşırdı sonra boş verdi.
Tevfik terasın kapısını açınca içerisi dev denizanası, yosun, kum ve deniz karışımı bir koku üfledi yüzlerine. Perdelere vuran güneş sayesinde her şey kıpkırmızıydı evin tek odasında. Her yerde şişeler vardı, ışık oyunlarına katılan irili ufaklı, renk renk, şarap, sirke, su şişeleri. Üçüncü, çeyrek vapurunu da kaçıracaktı Aylin. Tevfik yavaşça sımsıkı sardı onu, dudakları birleşti. Artık emindi, kirpiklerindeki parıltıdan, onun gözlerinden hissediyordu ışığı. Kucakladı, iki adım sonra yatağa uzandılar. Artık dev denizanalarına dokunabiliyorlardı.
Son vapur da gittikten saatler sonra radyoda hüzün veren sesiyle bir adam şarkı söylerken, Aylin ayakta, Tevfik’ e arkasını dönmüş, kırmızı ışığa boyanmış duvarda asılı bir resme bakıyordu. Her şey o an kararlaştırılmamıştı ama aniden oldu. Aylin’in kafasında odasındaki şişelerin en güzelini ve en büyüğünü kırdı Tevfik. Her şey sessizleşti, radyo sustu, Aylin yere yüzükoyun uzanmış, burnundan odanın duvarlarından ve perdelerinden daha kırmızı kan akıyordu halıya. Tevfik dizlerinin üstünde, kendisi için şişe kırığı beğeniyordu. Radyodaki hüzünlü sesli adam susmuştu ama iki dakika önce şöyle diyordu:
‘ Seni sevmeyi denedim, becerebilirim sandım
Seni sahiplenmeye çalıştım, olur sandım
Yüzünün derisini soyup çıkarmak istiyorum
Gerçek sen, ziyan olup gitmeden önce’
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder